– Ne görüyorsun?
– Yıldız.
– Ne görüyorsun?
– Ay dede.
“Ay dede ay dede. Senin evin nerede?
– Ne görüyorsun?
– Bulut!
– Ne görüyorsun?
– Karanlık.
– Ne görüyorsun?
– Boşluk…
İşte burada değişiverdi işler. Sor ve bul, bul ve anla, anla ve düzelt, düzelt ve kendin ol!
Gökyüzü bulutluydu ve bulut oyunu oynanıyordu o sıralar. Küçüktü, küçücüktü şehir. Deniz kokuyordu hava. Eninde sonunda denizle buluşan bayırları vardı şehrin. “Bayır” deniyordu o şehirde yokuşlara.
Gökyüzü yıldızlıydı ve de ay dedeydi o sıralar.
1. Gün: Gözler kapalı, karın aç. Anneanne mutlu, anne ağrılı, çok ağrılı, baba habersiz. Genel durum: KARANLIK
2. Gün: Karın tok, etraf karanlık. Anneanne hala musmutlu, anne hala ağrılı, baba hala habersiz. Gözler kapalı. Genel durum: KAYGILI
3. Gün: Anneanne hala çok mutlu ve de umutlu. Anne artık iyi. Baba duydu, koşarak geldi. Gözler açıldı. Genel durum: MUTLU
Anladım! Burası hastane. Yeni doğdum. Adım Eda…
Sen de haberdar mısın doğum hikayenden?
Ne işime yarar ki deme! Benim çok işime yaradı bu hikaye.
İnsan doğduğu şehirden, o şehrin ikliminden, ailesinden, kendinden önce yaşayıp göçenlerden bağımsız bir varlık değil nihayetinde.
Onlardan soyutlanmamış olmak ”Kendimizi Anlama Rehberi”mizi oluşturmamızda hatrı sayılır bir yer tutuyor.
Yok mu senin kendini anlamakta güçlük çektiğin zamanlar? Tuhaf zamanlarda kimin konuştuğunu anlamadığın anlar olmaz mı ? Nerden çıktı bu öfke, kime ait bu anlamsız sevinç, kimin kalıntısı bu gereksiz şüphe cümleleri yükselmez mi senden?
Kimimiz hemencecik kısarız o sesi. Yok sayar yola devam ederiz. Kimimizse sadece o sese kulak kabartır, gerçekliği yitiririz.
Hangisi doğru der misiniz bilmem ama ben, dediğinizi varsayarak devam edeceğim. Her ikisi de bir uç değil mi nihayetinde. Uçlara savrulmadan yani abartmadan veya yok saymadan kulak vermek gerek o sese. Çünkü sandığımızdan çok şey anlatır o zamansız zamanlarda içimizden yükselen sesler.
Pek de içimize kulak kabartmaya fırsat bulamadık gerçi büyürken. Biz sormadan anlatan ebeveynler (İçimizdeki Zorba) korosu vardı ne de olsa yanı başımızda.
“Şimdi dur. Elini kalbine koyup bir bak. İçin sana ne diyor dinle!” diyen birileri pek olmadı.
Elini kalbine koyup sorma hikayesi aslında bir metafor. Her birimiz bir koşullandırılmalar denizine doğmadık mı? Büyümek, kendimi görülür hissetmek, beslenmek, takdir edilmek, hoş karşılanmak ve fena halde ihtiyaç duyduğum sevgiyi ve ilgiyi görebilmek için yerine getirmem gereken koşullar neler sorusunun yanıtıdır koşullandırılma der “İkinci Doğum” kitabında Premartha ve Svarup.
Çocukluğumuzun erken döneminde beden ve duygularımız, daha büyük zamanlarımızda ise zihnimiz kaydını tutar bunların. Bu sorunun yanıtlarından oluşan uzuuuuuuuunca bir listeyi kalem kalem yerine getirme çabasıyla geçiyorsa günlerin ikinci doğumun, yeniden doğmanın, hatta kendini doğurmanın zamanı gelmiş de geçiyor demektir.
Kendini doğurmadan önce meşakkatli bir yolculuğa çıkmak kaçınılmaz. Gireceksin o karanlık odaya. Sivri dişleri, keskin pençeleri, siyah peleriniyle seni beklediğini düşündüğün çocukluk canavarın hala orada! İşte onunla bizzat göz göze geleceksin. Korkacaksın, yine kaçıp anne deterjanı kokan o yorganın altına gizlenmek isteyeceksin. Yine canavarın içinde olduğunu unutup kaçmaya çalışacaksın ondan. Sonra bir ses fısıldayacak “Canavar da yorganın altında!”
Korkacaksın, çok korkacaksın!
Mesele korkmamak değil, korkuyla birlikte, korkuya rağmen ilerlemek deyip yola devam edeceksin.
Yol seni içeri götürecek, içeri, içeri, daha da içeri…
Yolda yeni yardımcılarla tanışacaksın:
“Şefkat” mesela… Gelip sana sarılacak, sıcacık olacaksın. Hoş geldin deyip yanına alacaksın onu.
“Hoşgörü” mesela… Gelip kulağına “Olur böyle şeyler” diye fısıldayacak. Onu da alacaksın yanına.
“Güç” mesela… Pazularının şişik halini görmeye ihtiyaç duyduğunda gücü davet edeceksin bu yolculuğa. O da gelip yerleşecek yanına.
Ve gittikçe kalabalıklaşan bir “SEN” ile devam edeceksin içeriye doğru, içine doğru çıktığın bu yolculuğa. Yaşam içinde saklı. UĞURLAR OLA!